9 Şubat 2014 Pazar

II. Dünya Savaşı Öncesi Siyasal Gelişmeler Hakkında Bilgi

1. Almanya: Hitler’in 1933 yılında iktidara gelmesinden itibaren savaşın sonuna kadar izlediği strateji, üç aşamalı bir stratejidir. Hitler, iktidara gelmesinin hemen ardından Alman ekonomisinin düzenlemesini hedef almıştır. Gerek I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasının, gerekse de 1930 yılındaki genel ekonomik buhranın sonucunda Alman ekonomisi ciddi sıkıntılar içindeydi. Yaşanan yüksek enflasyon, aşırı boyutlara varan işsizlik ve bunlara bağlı olarak sanayideki üretim hammadde düşüklüğü, Hitler’in izlediği ekonomi politikalarıyla kısa sürede kontrol altına alınmıştır. Ekonominin düzene sokulmasının ardından stratejisinin ilk adımında Hitler, Alman kara, deniz ve hava kuvvetlerinin, Versay Anlaşmasıyla getirilen sınırlamalardan kurtulmasını sağlamıştır. Bunun ardından gelen ikinci stratejik ve gerginlik dolu adım, Almanca konuşan nüfusun yaşamakta olduğu bölgelerin, Alman topraklarına katılmasıdır. Bu stratejik evrenin adımları, 12 Mart 1938 de, Avusturya’nın ilhak edilmesiyle başlamıştır. Ardından ikinci adım olarak Çekoslovakya toprakları içindeki Sudet bölgesidir. Hitler’in baskısıyla 29 Eylül 1938 günü imzalanan Münih Anlaşmasıyla Sudet bölgesi Almanya’ya verilmiştir. Konferans, Alman, İtalyan, İngiliz ve Fransız başbakanlarının katıldığı, Çekoslovakya’nın temsilci bulundurmadığı bir anlaşmadır. Anlaşmanın hayata geçirilmesi konusunda Hitler, hiç zaman kaybetmemiştir. Anlaşma,1 Ekim 1938′de yine silah kullanılmaksızın, uluslararası anlaşmalara dayanılarak, nüfusunun yüzde elliden fazlasını Almanların oluşturduğu Sudet bölgesinin Almanlarca işgal edilmesine dayanmıştır. 15 Mart 1939′da ise Çekoslovakya’nın kalanını da topraklarına eklemeleri anlaşmada yer almıştır. Bu olaylara kadar Hitler, stratejisinin adımlarını atarken, silah kullanmamıştır. Ancak geriye tek sorunlu bölge kalmıştır: Danzig bölgesi. Versay Anlaşmasıyla Polonya’ya verilen Danzig bölgesi, halen Alman yönetiminde olan Doğu Prusya ile Almanya arasındaki kara bağlantısını kestiğinden, Alman Hükümeti, Polonya hükümetinden, Doğu Prusya’yla arada bir kara bağlantısı oluşturulması yönünde bir teklifi görüşmesini istemiş ve böylece Danzig Sorunu ortaya çıkmıştır. 3 Mayıs 1939′da Sovyet Dışişleri Komiseri olan Litvinov görevden alınarak yerine Vyaçeslav Mihayloviç Molotov atanmıştır. Bu atama Sovyet dış politikasında keskin bir dönüşe işaret etmiştir. Litvinov döneminde Sovyetler Birliği, Alman yayılmacılığına karşı İngiltere ve Fransa ile bir protokol oluşturmak için girişimlerde bulunmuş, ne var ki her seferinde reddedilmişti. Molotov döneminde ise Sovyetler Birliği, Alman hükümeti ile bir saldırmazlık paktı için çalışmıştır. Uzun diplomatik görüşmeler sonucunda 24 Ağustos 1939 günü Sovyetler Birliği ile Almanya arasında bir saldırmazlık paktı imzalanması karara bağlanmıştır. Almanya: Öncelikle Orta Avrupa, ardından Doğu ve Batı Avrupa’yı Almanya topraklarına katmak amacındadır. İkincil planı ise Asya’ya özellikle Rusya ve Yakın Doğu’daki stratejik noktaları ele geçirmektir.
2) İtalya: Birinci Dünya Savaşı’ndan istediğini alamayan İtalya dar bir sömürge alanıyla sanayisini beslemeye çalışıyordu. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’nda itilaf devletleri ile görüş ayrılığına düşen İtalya, Mussolini’nin faşist politikaları sebebiyle Avrupa’da sorun teşkil ediyordu. İtalya’nın eski Roma İmparatorluğu gibi güçlü bir devlet olmasını isteyen Mussolini, Almanya ile yakınlaşarak Mihver devletler bloğunda savaşa girmiştir. İtalya; Kuzey Afrika ve Balkanlar’da ilerlemiştir. Aşırı ulusçuluğu esas alan Faşist yönetim, kısa süre sonra demokrasiyi kaldırdı. Ülkedeki diğer ırklardan olanları zorla İtalyanlaştırmaya çalıştı. Dış politikada ise, Akdeniz çevresinde sömürge kurmaya, yani emperyalizme yöneldi. Mussolini, Akdeniz’e “Bizim Deniz” (mare nostrum) diyordu ve Roma İmparatorluğu’nu yeniden meydana getirmek istiyordu. Bu amaçla İtalya, 5 Kasım 1937′de, Roma’da imzalanan bir anlaşmayla Anti-Komintern Paktı’na katıldı.
3) Japonya: Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya’nın Uzak Doğu sömürgeleri Japonya’ya verilmişti. Üstelik Çin’in bir bölümü de Japon hâkimiyetindeydi. Ancak bu kadar sömürge bile hızla sanayileşen ve büyüyen Japon ekonomisini yetmiyordu. Japonya’nın 1931′de Mançurya’yı işgal etmesi, sonra 1937′de Çin’e yeniden savaş açması, Avrupa’daki bunalıma bir de, Uzakdoğu bunalımını kattı. Japon-Çin sorunu Milletler Cemiyeti’nde ele alındı. Ancak Japonya’ya karşı bir harekette bulunulamadı. Uzakdoğu’daki statükonun bozulması, öncelikle Amerika Birleşik Devletleri’ni ilgilendiriyordu. Bu devlet, Japonya’nın girişimlerine karşıydı ve Çin’i destekliyordu. Diğer taraftan Sovyet Rusya da, Japonya’nın güçlenmesinden ve yayılmasından endişe duyuyordu. Ayrıca Çin komünistlerini destekliyordu. Bu nedenlerle de Japonya, Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği’nin baskısını duyuyordu. Böylece Almanya, Fransa ile Sovyet Rusya’nın arasında kalırken; Japonya da, Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Rusya’nın arasında kalmış bulunuyordu. Bu bakımdan Almanya ile Japonya, yani statükoya karşı olan devletler, ortak tehlike olarak gördükleri Sovyet Rusya’ya karşı birleştiler. Bunun sonucunda iki devlet arasında Berlin’de 25 Kasım 1936′da Anti-Komintern Paktı yapıldı. Bu paktın yapılış nedenleri ve amaçları antlaşma metninin giriş bölümünde şöyle belirtilmiştir:
“Almanya ve Japonya, Komintern denilen Komünist Enternasyonali’nin hedefinin mevcut bütün vasıtalardan yararlanarak devletlerin parçalanması ve boyun eğdirilmesi olduğunu bilerek; Komünist Enternasyonali’nin devletlerin iç işlerine karışmalarına seyirci kalmanın yalnız onların iç barış ve düzenini tehlikeye sokmakla kalmayarak, dünya barışını da tamamen tehdit ettiği kanaatinde olarak; komünist bozgunculuğuna karşı ortak savunma için birlikte çalışma isteği ile… anlaşmaya varmışlardır.”
Antlaşmanın maddeleri ise şunlardı:
I. Yüksek âkit devletler, Komünist Enternasyonali’nin faaliyetleri hakkında birbirini aydınlatmak, gerekli olan savunma önlemlerini saptamak ve bu önlemleri işbirliği yaparak uygulamak konusunda anlaşmışlardır.
II. Yüksek âkit devletler, Komünist Enternasyonali’nin bozguncu faaliyeti ile tehdit edilen üçüncü devleti bu anlaşmanın ruhuna uygun savunma önlemlerini benimsemeye veya bu anlaşmaya katılmaya davet edeceklerdir.
III. Anlaşma imzalandığı gün yürürlüğe girecek ve beş yıl süreyle geçerli olacaktır.”
● Böylece bu antlaşma ile Almanya ve Japonya arasında siyasi rejim esasına dayalı bir ittifak yapılmış ve bununla “Berlin – Tokyo Mihveri (Ekseni)” kurulmuştur.
4) İngiltere: ( Yatıştırma Politikası): Yatıştırma politikası, İkinci Dünya Savaşı’na giden dönemde İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’le özdeşleşen politikaya verilen isimdir. Appeasement politikası olarak da adlandırılır. Chamberlain Hitler’in esas ilgi alanının doğuda olduğuna inandığı için Komünist SSCB’ye karşı kendileriyle ittifaka gireceğini, hatta Hitler’i Sovyet topraklarına yöneltebileceğini umut etmiş, Çekoslovak toprağı olan Südetlerin Almanya’ya verilmesinden sonra daha önce Bismarck’ın yaptığı gibi Hitler’in de artık kazandıklarını elinde tutmaya çalışacağını ummuştu. Fakat Hitler, taleplerini devam ettirerek bu düşünceyi boşa çıkarmıştır. 29 Eylül 1938 tarihinde büyük devletlerin Südetleri Almanya’ya verme kararı almasına yol açan Münih Anlaşması, yatıştırma politikasının doruk noktasıydı. Konferanstan dönen Chamberlain uçaktan indiğinde “Size bugün onurlu bir barış getirdim” diyecekti. Fakat 15 Mart 1939′da Almanya hiçbir Almanın yaşamadığı Çekoslovakya topraklarının geri kalanını işgale başlayınca, yatıştırma politikasının bittiğini ilan etmek zorunda kaldı. Takip eden haftalarda İngiltere Polonya’ya garanti verdi ve ciddi savaş hazırlıklarına başladı. Ancak, büyük bir savaşı önlemek için geç kalınmıştı.
5) Fransa: Fransa 1924′te, Sovyet Rusya da 1935′te Çekoslovakya ile birer ittifak yapmışlardı. Fransa, bu ittifak gereğince yardıma geçmek için, İngiltere’nin de harekete geçmesini istiyordu. Fakat İngiltere, böyle bir yardıma hemen kalkışmak istemeyince, o da İngiltere’yi izledi ve İngiltere’nin Yatıştırma Siyasetini destekleyici bir tutum sergiledi.
6) ABD: Savaşın başında tarafsız kalan ABD sonraları Fransa ve İngiltere’ye silah yardımı yapmıştır. Almanya’nın kışkırtmaları sonucunda Japonya tarafından Pearl Harbour’a saldırıya uğramış ve kesin olarak savaşa girmiştir. ABD’nin savaşa gimesi ile savaşın seyri değişmiş, Almanya genişleme politikası yerine var olan sınırlarını koruma politikasını uygulamıştır.
7. SSCB: Almanya’nın Avrupa’da izlediği yayılmacı siyasetini devam ettirmesi ve Hitlerin Münih Antlaşması’yla kendisine verilen ödünlerle yetinmemesi İngiltere ve Fransa’yı SSCB ile birlikte üçlü bir ittifak arayışına itmiştir. Ancak aralarındaki görüş farkları bunun gerçekleşmesine meydan vermedi. Bu konuda üç devlet arasında görüşmeler sürerken de, 23 Ağustos 1939′da, Almanya ile Sovyet Rusya arasında bir “Saldırmazlık Paktı”nın yapıldığı açıklandı.
Bu Pakt’a göre:
● Almanya ve Rusya, tek olarak veya diğer devletlerle ortaklaşa birbirlerine karşı her türlü saldırgan hareketten kaçınacaklardı.
● Taraflardan birisi üçüncü bir devletin saldırısına uğrarsa, diğer taraf hiçbir şekilde bu üçüncü devleti desteklemeyecekti.
● Taraflar, ortak çıkarlarına değinen konular hakkında karşılıklı bilgi edinmek üzere, sürekli olarak birbirleriyle
temas halinde kalacaklardı.
● Taraflardan hiçbiri doğrudan ya da dolaylı olarak diğer taraf aleyhine yönelik bir devlet gruplaşmasına katılmayacaktı.
● Antlaşmanın süresi on yıl olacaktı.
Almanya, bu suretle Rusya’nın tarafsızlığını da sağladıktan sonra, Polonya üzerindeki baskısını çoğaltmaya başladı.
 
Lütfen beğendiğiniz ve işinize yarayan yazılar hakkında yorumlarınızı ve teşekkürlerinizi eksik etmeyiniz…

8 Şubat 2014 Cumartesi

I. Dünya Savaşı’nın Sebepleri Hakkında Bilgi

● İngiltere ile Almanya arasındaki sömürgecilik yarışı ve ekonomik rekabet
● İngiltere’nin Almanya’yı saf dışı bırakmak istemesi
● Fransa’nın, 1871’de Almanya’ya verdiği Alsas-Loren bölgesini geri almak istemesi
● İtalya’nın sömürgecilik faaliyetlerine başlaması ve Akdeniz’de etkinliğini artırmak istemesi
● Rusya’nın, İstanbul ve Boğazları ele geçirerek sıcak denizlere inmek ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu etkisiz hale getirerek Balkanlardaki Slav topluluklarını kendi yönetimi altına almak istemesi
 
Lütfen beğendiğiniz ve işinize yarayan yazılar hakkında yorumlarınızı ve teşekkürlerinizi eksik etmeyiniz…

7 Şubat 2014 Cuma

I. Dünya Savaşının Tarafları Hakkında Bilgi

29-30 Ağustos 1939 gecesi, Polonya’dan Danzig serbest şehrinin kendisine geri verilmesini, Koridor bölgesi için plebisit yapılmasını, seferberliğin kaldırılmasını ve bu konulan görüşmek üzere bir Polonya temsilcisinin 30 Ağustos günü Berlin’de bulundurulmasını istedi. Polonya büyükelçisi, Alman yetkilileri ile ancak 31 Ağustos 1939 akşamı temas kurabildi. Almanya bu durumu, Polonya’nın istenen temsilciyi göndermemesi şeklinde yorumlayarak, Polonya tarafından isteklerinin reddedildiğini açıkladı. Ertesi günü, 1 Eylül 1939′da, Alman birlikleri savaş ilan edilmeksizin Polonya sınırlarını aşarak bu topraklan işgale başladı.
● Almanya’nın bu girişimi karşısında İngiltere ve Fransa, Almanya’dan askeri harekâtını durdurmasını, birliklerini Polonya’dan geri çekmesini istediler. Fakat bir cevap alamadılar. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, 3 Eylül 1939′da Almanya’ya savaş ilan ettiler. Böylece de İkinci Dünya Savaşı başlamış oldu.
1. Savaşın Tarafları:
a) Mihver Devletleri: Almanya, İtalya, Japonya
● Berlin’de 5 Kasım 1936′da İtalya ile Almanya arasında Anti-Komintern Paktı yapıldı. 25 Kasımda Japonya’nın da bu pakta katılmasıyla Berlin-Roma- Tokyo Mihveri kuruldu.
● Bu dönemde Almanya’nın başında Adolf Hitler, İtalya’nın başında Benito Mussolini ve Japonya’nın başında Hideki Tojo bulunuyordu.
● Hitler, İtalya ve Japonya ile 1940 yılında Berlin’de “Üçlü Pakt” imzaladı. Bu pakt, Avrupa ve Afrika’nın düzenlenme hakkını Almanya ve İtalya’ya, Asya’nın düzenlenme hakkını da Japonya veriyordu. Daha önce (1939) İtalya ve Almanya arasında imza edilen Çelik Pakt, 1939 Avrupa Savaşı’nın başlamasına sebep olmuş, 27 Eylül 1940 tarihinde Çelik Pakt’a Japonya’nın da katılması ile Üçlü Pakt’ın meydana gelmesi, savaşın, tüm dünyaya yayılmasını sağlamıştır.
b) Müttefik devletler: İngiltere, Fransa, SSCB ve ABD
● İngiltere ve Fransa, Almanya ve İtalya’nın saldırgan politikasına karşı SSCB ile ittifak arayışına girmiş ancak başarılı olamamıştı. Almanya ile saldırmazlık paktı yapan SSCB, Polonya ve Fransa’yı işgal eden Almanya’nın Barbarossa Harekâtı’yla kendi topraklarında işgallere başlaması üzerine Müttefik grubuna geçmiştir. ABD ise Japonya’nın Pearl Harbour Baskını’ndan sonra Müttefiklerin tarafına geçerek savaşa girmiştir.
 
Lütfen beğendiğiniz ve işinize yarayan yazılar hakkında yorumlarınızı ve teşekkürlerinizi eksik etmeyiniz…

6 Şubat 2014 Perşembe

I. Dünya Savaşı Sonrası Avrupa Hakkında Bilgi

a) İngiltere: İngiltere, savaşın sonunda imparatorluğun en geniş sınırlarına ulaştı. 1929-1930 dünya ekonomik buhranı büyük ölçüde İngiltere’yi de etkisi altına aldı. 1922 yılında bir ayaklanmayla İrlanda, Birleşik Krallıktan ayrıldı ve 1949′da İrlanda Cumhuriyeti kuruldu. İngiltere Hitlerin iktidara gelmesinden sonra Avrupa’da yeni bir savaşın çıkmasını engellemek için Yatıştırma Politikası gütmüştür.
b) Fransa: I. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Almanya’ya karşın kendini güvenceye almak için ittifak kurma yoluna gitmiş, Locarno Antlaşması ve Briand – Kellog Paktı’nın imzalanmasına ön ayak olmuştur.
c) İspanya: 17 Temmuz 1936 – 1 Nisan 1939 tarihlerinde İspanya’da milliyetçiler ile cumhuriyetçiler arasında iç savaş yaşanmıştır. Savaş, 17 Temmuz 1936′da General Francisco Franco’nun komutasındaki milliyetçi güçlerin seçimle işbaşına gelen Cumhuriyetçi “Halk Cephesi” koalisyonuna karşı ayaklanmasıyla başlamıştır. Üç yıl süren ve İspanya’da büyük yıkıma yol açan iç savaş, 1 Nisan1939′da milliyetçilerin zaferi ile sonlanmıştır. Savaşın sonucunda İspanya’da Franco’nun, 1975′deki ölümüne kadar sürecek olan, diktatörlüğü dönemi başlamıştır.
d) İtalya: Birinci Dünya Savaşı’na büyük ümitlerle giren İtalya, yenen devletlerden olmasına rağmen, savaştan yorgun çıkmış ve savaş sonunda yapılan Antlaşmalardan da istediklerinin çoğuna kavuşamamıştı. Bu ise İtalyan ‘kamuoyunda müttefiklerine ‘karşı bir kırgınlık ve kızgınlık yaratmıştı. İtalya’daki bu durum, 1919′da kurulmuş olan Benito Mussolini liderliğindeki Faşist Partisi’nin işine yaradı. Ağustos 1922′de işçilerin genel greve gitmeleri üzerine, 28 Ekim 1922′de, Mussolini yönetiminde Faşist Partisi Roma üzerine yürüdü. Hükümet, çekilmek zorunda kaldı. Kral III. Vittori Emanuel de, 30 Ekim 1922′de, ‘Başbakanlığa Mussolini’yi getirdi. Böylece İtalya’da Faşist yönetim kurulmuş oldu. Faşist Parti iktidara geldikten sonra “Bizim Deniz” politikasını hayata geçirmeye çalışmıştır.
e) Almanya: Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya, daha savaşın sonlarında büyük iç sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. Bu arada, 1918 Kasım ayı başlarında askeri bir ayaklanma olmuş, 9 Kasım 1918’de İmparatorluğa son verilerek, Cumhuriyet ilan edilmiş ve 11 Kasımda da mütareke imzalanmıştı. Bundan sonra Almanya’daki iç karışıklıklar daha da çoğalmıştı. Grevler, ayaklanmalar sürüyordu. Böylece Almanya, iç politika ve ekonomik yönlerden tam bir kargaşa ve çöküntü içine düşmüştü. Ülke bu durumda iken, 28 Haziran 1919′da, Versailles Antlaşması imzalandı. Bunun getirdiği ağır koşullar, Almanya’nın iç düzenindeki bunalımı daha da çoğalttı. Fransızlar da, 1923 yılında, Almanların savaş tazminatı ödemeyişlerini bahane ederek Rhur bölgesini işgal ettiler.
1) Nazilerin Yükselişi: İşte Almanya böyle bir ortamda bulunurken, Nasyonal – Sosyalist Parti (Nazi Partisi) iktidara geldi. Cumhurbaşkanı Hindenburg, 30 Ocak 1933′te, başbakanlığa Hitler’i atadı. Böylece Nazi Partisi iktidara gelmiş oldu. ( Nazizm Almanya’da Ari ırkın üstün ırk olduğunu ileri süren, aşırı milliyetçi ve saldırgan ideolojidir.) Bundan sonra Hitler, meclisi feshederek seçimlere gitti. Ancak, 1933 Mart ayında yapılan seçimlerde Nazi Partisi yine çoğunluğu sağlayamadı. Bununla beraber Hitler, baskı ile Reichstag’dan dört yıl süreyle olağanüstü yetkiler aldı. Bununla, tam anlamıyla bir diktatörlük yönetimi kurmak için harekete geçti. İlk iş olarak da diğer partileri kapattı. Alman ulusunun ekonomik, kültürel ve sosyal hayatını kontrol altına aldı.
Hitler, döneminde dış politikasında ise, Versailles ve St. Germain Antlaşmalarının kaldırılmasını, Almanya’nın sınırları dışında kalmış bulunan bütün Almanların birleştirilmesini ve bir tek devlet altında toplanmasını, «Hayat alanı» elde etmeyi esas almıştı. Versailles Antlaşmasının koyduğu sınırlayıcı durumu ortadan kaldırdı. Arkasından, askersiz alan olan Ren bölgesini işgal etti. Bu da Avrupa’da yeni siyasi sorunlara yol açtı.
2) Hiper Enflasyon: Hiper enflasyonlar, enflasyon oranlarının çok yüksek olduğu dönemlerdir. Bolivya’da enflasyon 1985’te yüzde 11.000’e ulaştı ve Ukrayna’da enflasyon 1993’te yüzde 10.000’e fırladı. En ünlü örnek 1922-23’te Almanya’nın yaşadığı tecrübedir. Almanya, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetti. Düşük hasıla ve düşük vergi gelirlerine sahip bir savaş sonrası ekonomisinin sorunlarına Fransa ve İngiltere gibi galip ülkeler tarafında yüklenen tazminat ödemeleri eklendi. Alman hükümeti geniş ölçüde para basılarak finanse edilen büyük bir açığa sahipti. Nominal para arzında 1922’deki on altı misli artış, 1923’teki artışla karşılaştırıldığında çok küçüktü. Hükümet daha hızlı baskı makineleri almak zorunda kalmıştı. Ocak 1922’de 1 reichmarka mal olan bir içkiyi satın almak için Ekim 1923’te 192 milyon reichmark gerekiyordu. İnsanlar alışverişe gittikleri zaman parayı bir yerden bir yere el arabasında taşıdılar.
f) Dönemin Önemli Olayları:
● Adolf Hitler, Mein Kampf’ı (Kavgam) yayımladı.
● 1929 Alman romancı Erich Maria Remarque’nin ”Batı cephesinde yeni bir şey yok”adlı romanı yayımlandı. ( Bu eserde Remarque savaşın mutlak kötülüğünü 19 yaşındaki bir askerin gözünden anlatır.)
● 1927 yılında ilk sesli sinema filmi yapıldı. 1895 yılında Lumiere kardeşlerin ilk filmi göstermelerinden beri sessiz sinema gündemdeydi. 1927’den sonraysa sessiz filmler yerlerini yavaş yavaş sesli filmlere bıraktılar.
● Albert Einstein: 1922’de Nobel Fizik Ödülünü kazandı. Yaptığı çalışmalrla bilim dünyasında yeni bir çığır açan Einstein hem modern fiziğin temellerini atmış hem de bilim adamı tiplemesinin en önemli simgesi haline gelmiştir.
● Özel Görelilik Teorisi (1905), Görelilik (İngilizce çevirileri 1920 ve 1950), Genel Görelilik Teorisi (1916), Brown Devinimi Teorisi Üzerine Araştırmalar (1926), ve Fiziğin Evrimi (1938).
● Amerikalı Edwin Hubble, Samanyolu’ndaki yıldızları saptadı ve başka galaksiler olduğunu ispatladı.
 
Lütfen beğendiğiniz ve işinize yarayan yazılar hakkında yorumlarınızı ve teşekkürlerinizi eksik etmeyiniz…

5 Şubat 2014 Çarşamba

I. Dünya Savaşı Sonrası Barış Düzeninin Korunması Çabaları Hakkında Bilgi

a) Locarno Antlaşması
● I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’nın, Milletler Cemiyeti’ne rağmen, Almanya’ya karşı güvensizliğinin sürmekteydi. Çünkü Fransa, Versailles Antlaşması ile saptanan sınırları Almanya’nın kabul etmeyeceğini ve ilk fırsatta bunu karşı harekete geçeceğinden kuşkulanıyordu.
● Bu tarihlerde Almanya da, tamirat ve tazminat sorununda Fransa ile iyi ilişkiler kurarak, kolaylıklar sağlamak istiyordu. Bu nedenle Alman Hükümeti, Şubat 1925′te, Fransa’ya bir nota göndererek, bir karşılıklı güvenlik paktı kurulmasını önerdi.
● Bunun üzerine Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Polonya ve Çekoslovakya arasında, 5 Ekim 1925′te, Locarno’da bir konferans toplandı. Görüşmeler sonunda, 16 Ekim 1925′te, Locarno Antlaşması hazırlandı ve bu, 1 Aralık 1925′te, Londra’da imzalandı.
● Konferansa katılan devletleri savaştan korumak ve bu devletler arasında çıkacak her türlü anlaşmazlığı barış yoluyla çözümlemek amacıyla yapıldığı belirtilen
Locarno Antlaşmasına göre:
1) Almanya, batı sınırlarının, yani Fransa ve Belçika sınırlarının kesin ve sürekli olduğunu kabul ediyordu. Bu konuda bir anlaşmazlık çıkarsa kuvvete başvurulmayacak, sorun Milletler Cemiyeti’ne götürülecekti. İngiltere ve İtalya da bu statünün kefili olacaklardı.
2) Bütün anlaşmazlıklar barış yoluyla çözümlenecekti.
3) Bu Antlaşma; Almanya, Milletler Cemiyeti’ne üye olur olmaz yürürlüğe girecekti.
● Locarno Antlaşması’yla Almanya batı sınırlarının kesinliğini kabul ederken Polonya ve Çekoslovakya sınırlarının kesinliğini garanti etmemiştir. Buna karşı Fransa’nın Polonya ve Çekoslovakya ile ikili antlaşmalar imzalayarak onlara yardım edeceğini kabul etmesi antlaşmanın zaaflar içerdiğini gösterir.
● Locarno Antlaşması’yla Almanya: uluslararası işbirliğine girmiş oldu. Alsace – Lorraine’den kesin olarak vazgeçtiğini dolaylı olarak kabul etti. Antlaşmalardan hemen sonra da, 1926′da, Milletler Cemiyeti’ne üye oldu ve böylece yeniden Avrupa büyük devletleri arasına eşit koşullarla girmiş bulundu. Bu suretle, Avrupa’da yeni bir dönem başlamış oldu. Bu antlaşmayla kıtada siyasi gerginlik azaldı. Ancak Hitlerin iktidara gelmesi sorunları tekrar başlattı.
b) Kellog Paktı
● Locarno Antlaşması’yla kendini tam olarak güvende hissetmeyen Fransa 1927′de de, ABD’ye aralarında hiçbir zaman savaş etmeyeceklerine dair bir ebedi barış pakt yapılmasını önerdi.
● Monroe Doktrini’ne göre tekrar kendi kıtasına çekilen ABD, bu öneriye Amerika’nın sadece Fransa ile değil, bütün dünya devletleriyle böyle bir paktın yapılmasından ve savaşın kanun dışı ilan edilmesinden yana olduğunu bildirerek cevap verdi.
● Ancak bu öneri Fransa’nın herhangi bir saldırı durumunda müttefiklerine yardım etme yükümlülüğüyle çelişince Fransa Dışişleri Bakanı Briand ile Amerika Dış İşleri Bakanı Kellog arasında diplomatik yazışmalar başladı.
● Dış İşleri Bakanı Kellog’un bu öneriyi İngiltere, Almanya, İtalya ve Japonya’ya da bildirmesi üzerine 27 Ağustos 1928′de Paris’te, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Çekoslovakya ve Belçika arasında Kellog Paktı imzalandı. Bundan sonra bütün devletler pakta katılmaya davet edildi. Nitekim aynı yıl içerisinde Pakta, Sovyetler Birliği ve Türkiye (resmi olarak 8 Temmuz 1929′da) de dâhil belli başlı bütün devletler katıldılar.
● Kellog Paktı’na göre:
1) Taraflar, uluslararası anlaşmazlıkların çözümlenmesi için savaşa başvurmayı kınadıklarını ve savaşı birbirleri ile ilişkilerinde ulusal siyasetin bir aracı olarak kabul etmediklerini ve savaştan vazgeçtiklerini, ulusları adına resmen açıkladılar.
2) İmzası olan devletler, niteliği ve kökeni ne olursa olsun, aralarındaki anlaşmazlıkların çözümlenmesi için, yalnız barış yollarına başvurmayı kabul etmişlerdir.
● Kellog Paktı ile savunmaya dayanmayan savaş kanun dışı sayılmış ve devletlerarası ilişkilerde barışçı yollara başvurulması esas alınmıştır.
Not: Barışın sürekliliğini sağlamak amacıyla yapılan Locarno Antlaşması, Kellog Paktı ve daha önce kurulmuş olan Milletler Cemiyeti, bundan sonra baş gösteren uluslararası anlaşmazlıklara pratik bir çözüm getirememiş, yeni bir dünya savaşının çıkmasını önleyememiştir.
 
Lütfen beğendiğiniz ve işinize yarayan yazılar hakkında yorumlarınızı ve teşekkürlerinizi eksik etmeyiniz…

4 Şubat 2014 Salı

HAT SANATI HAKKINDA BİLGİ

Dr. Hatice Aksu
Hat sözlükte ince, uzun doğru yol, birçok noktaların birbirine bitişerek sıralanmasından meydana gelen çizgi, çizgiye benzeyen şeyler ve yazı gibi anlamlara gelir. Bu kelime özellikle İslam kültüründe, yazı ve güzel yazı (hüsnü’lhat, elhattu’lhasen) manalarında kullanılmıştır. Hüsni hat, estetik kurallara bağlı kalarak, ölçülü, güzel yazma sanatıdır, fakat İslam yazıları için kullanılan bir tabirdir. İslam yazılarını güzel yazma ve öğretme hünerine sahip Sanatkara hattat, bu Sanata da hattatlık denilmiştir. Hat, sözün veya ruhta cereyan eden fikir ve duyguların alfabe ve yazı vasıtaları ile resmedilmesidir. Nitekim büyük matematikçi Öklid de aynı manaya işaretle, ”Hat, her ne kadar maddi aletlerle meydana gelirse de o, ruha ait bir hendesedir” demiştir.
Abbasiler devrinde gelişen hat Sanatı onbeşinci yüzyılda ünlü Türk hattatı Şeyh Hamdullah (1429-1520) ile yeni bir tavır ve şive kazanmış ve o zamanki İslam dünyasının bütün hattatlarının üstadı olmuştur. Onun üslubu Osmanlı hat Sanatının gelişmesine geniş ölçüde yol açan bir temel oluşturmuştur. Onbeşinci yüzyılda yetişen sanatkarlardan biride İstanbul Fatih Camii kitabesiyle Topkapı sarayında Sultan Ahmed çeşmesine bakan dış kapının kitabesini yazan Ali bin Yahya Sofi’dir. Süleymaniye Camii kubbesinde yazıyı yazan Karahisari Osmanlı Sanatına güzel fakat süreli olmayan bir üslup getirmiştir. Onyedinci yüzyılda Hafız Osman’la Türk yazı üslubu yeni bir yükseliş devrine girmiştir. Zamanın bütün hattatları ondan ders alıp onun yazı Sanatını benimsemişlerdir Sultan III Ahmet ve Sultan II. Mustafa da onun öğrencileri arasında idi. Taş basmasıyla çoğaltılan Kur’an’larla Hafız Osman’ın şöhreti bugün Hindistan’a ve Cava’ya kadar bütün İslam alemine yayılmıştır. Bundan sonra Mustafa Rakım ve Mehmet Esat Yesari on dokuzuncu yüzyılda, Kadıasker Mustafa İzzet Efendi ve Yesarizade Mustafa İzzet efendi çok tanınmış üstadlardır.
Yazı başlı başına bir Sanat olduğu gibi dekoratif Sanatların zenginleştirilmesinde ve mimaride çok büyük rol oynamıştır. Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı mimarisinden yazıyı çıkaracak olursak bunların pek fakir bir manzara göstereceğine şüphe yoktur. Dekoratif Sanatlar içinde aynı şey söylenebilir. Yazı Sanatının yanında tuğraları da gözden geçirmek lazımdır. Her sultanın adına arma şeklinde tuğra denilen bir kompozisyon oluşturulmuş ve fermanlar ile önemli vesikaların başına da tuğra çekilmiştir.
 
Lütfen beğendiğiniz ve işinize yarayan yazılar hakkında yorumlarınızı ve teşekkürlerinizi eksik etmeyiniz…

3 Şubat 2014 Pazartesi

HARZEMŞAHLAR HAKKINDA BİLGİ

XI. yüzyılın sonlarında Harezm’de kurulan ve 1230′da yıkılan Türk imparatorluğu.
Harezmşahlar soyunun kurucusu Anuş Tigin, Garca adlı bir Türk kölesidir. Garca, Büyük Selçuklu emîrlerinden Bilgi Tigin tarafından, Gürcistan’dan satın alınarak saray hizmetine verildi. Kısa bir süre sonra, başarılı çalışmaları sebebiyle, Harezm valiliğine getirildi. Ölümünden sonra, oğlu Kutbeddin Muhammed, Muhammed Harezmşah unvanıyla, Sultan Sencer tarafından Harezm’e gönderildi. Otuz yıl süre ile Harezm’i yöneten Kutbeddin Muhammed, iyi bir yönetici, anlayışlı bir siyaset adamı idi. Zamanında Harezm, büyük bir ilerleme gösterdi. Kutbeddin’in ölümünden sonra, büyük oğlu Kızılarslan Atsız, Harezmşah olarak görevlendirildi. Atsız, ilk zamanlarda Selçuklulara bağlı kaldı. Sultan Sencer ile birlikte seferlere çıktı. Kendi gücünü arttırmak için, Cend ve Mangışlak gibi, Seyhun ötesindeki sahalara kadar ilerledi. Bir süre sonra Sencer ile arası açıldı. Sencer, Atsız’ı beğeniyordu. Bunan yararlanan Atsız, bağımsızlığını ilan etti. Selçuklu memurlarını hapsederek, mallarına el koyduğu gibi, Horasan yollarını da kapattı. Bu sırada Belh’te bulunan Sencer, büyük bir ordu ile Harezm üzerine yürüdü (1138). Yapılan savaşta, Atsız’ın ordusu yenilgiye uğradı, oğlu Atlığ da esir edilerek öldürüldü. Sencer, Harezm’in yönetimini Süleyman bin Muhammed’e vererek vezir, atabey, hâcib gibi memurlardan meydana gelen bir dîvan kurdu, sonra Merv’e döndü (1139). Bu durum, Harezm halkını gücendirdi. Bundan da faydalanan Atsız’ın çalışmaları sonucu, Süleyman ve adamları, Harezm’den ayrılmak zorunda kaldılar (1140). Bir yıl sonra Harezm hâkimiyetini elde eden Atsız, Sencer’e bağlılığını bildirdi (1141). Sencer, aynı yıl, Karahıtaylarla yaptığı savaşta yenildi. Bunun üzerine Atsız, tekrar bağımsızlığını ilan etti. Horasan üzerine yürüyerek, Sencer’in (Selçuklu) başkenti Merv’i ele geçirdi. 1142′de de Nişapur’u alarak kendi adına hutbe okuttu.
Ancak, Atsız’ın bu başarısı çok uzun sürmedi. Horasan’da hakimiyetini tekrar kuran Sencer’in üzerine geldiğini duyan Atsız, aldığı yerleri boşaltarak Harezm’e döndü. Tekrar, Sencer’e bağlılığını bildirdi (1144). Merv’den aldığı hazineleri geri verdi. Karahıtaylara her yıl 20 000 dinar altın vermeyi kabul etti. Bir taraftan da Sultan Sencer’i öldürtmek için Merv’e iki fedaî gönderdi. Durumu haber alan Sencer, bu suikast teşebbüsünden kurtulduğu gibi, Harezm’e karşı üçüncü defa sefere çıktı (1147). Hazarasb kalesini, iki aylık bir kuşatmadan sonra aldı. Harezm’in başkenti olan Gürgenç önlerine geldi. Bu sırada araya giren bir dervişin ricasını kıramayarak, Atsız’ın atından inip toprağı öperek, kendisini metbu tanıma isteğini kabul etti. Fakat Atsız, atından inmeden, Sencer’in isteğini başıyla selam vererek yerine getirdi. Bunun üzerine Sencer, Merv’e döndü. Horasan üzerindeki niyetlerini bir tarafa bırakan Atsız, Seyhun kıyılarını aldı (1152). Oğuz-Selçuklu savaşında Sultan Sencer, Oğuzların eline esir düştü. Bu olay üzerine Atsız, bir yandan Sencer’i kurtarmağa, bir yandan da Oğuzlarla Sencer’in arasını bulmağa çalıştı. Sencer’in esaretten kurtulmasından sonra, ona tebrik mektubu göndererek, emrinde olduğunu bildirdi. Aynı yıl temmuz ayının otuzuncu güü öldü (1156). Atsız’ın yerine veliaht olan Ebu Feth İl-Arslan geçti. Harezm’de bulunan amcaları İnal Tigin ve Yusuf’u, kardeşleri Hitay Han ile Süleyman Şah’ı öldürten İl-Arslan, rakipsiz olarak Harezmşah tahtına çıktı. Sultan Sencer’in ölümü, Harezmşah Devletini, Doğu İran’ın en güçlü devleti haline getirdi (1157). Sencer’e bağlı mahallî hanedanlar, Oğuz reisleri, Büyük Selçuklu emîrleri, yönettikleri bölgeleri genişletmek için büyük bir çaba gösteriyorlardı. Irak’taki Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Muhammed bin Mahmud’un durumu pek sağlam değildi. İl-Arslan, bu durumdan yararlanarak, bağımsızlığını ilan ettiği gibi, durumu Selçuklu sarayına da duyurdu. Harezmşahlar artık, Selçukluların uydusu değil, dostu oldular.
İl-Arslan, Selçuklu emîrlerinin doğu İran’da yaptıkları muharebelere, zaman zaman, çıkarı için karıştı. Bağdat halifesi ile Irak Selçuklu sultanı arasında aracılık etti. Nişapur’u kendisine merkez yaptıktan sonra Tus, Bistan, Pamyan taraflarını da ele geçirdi. Karahıtaylar, Harezm üzerine yürüdüler (1172). İl-Arslan, öteki Harezmşah hükümdarlarının yaptığı gibi, topraklarını su altında bırakarak savunmak istedi. Aynı yıl, hastalanarak Nişapur’da öldü.
İl-Arslan’ın ölümünden sonra küçük oğlu Celaleddin, Harezmşah tahtına oturdu. Cend’de vali olan büyük kardeşi Tökiş, Celaleddin’in emrini yerine getirmediği gibi, Karahıtaylara sığınarak, askerî yardım talebinde bulundu. Karahıtaylar, Tökiş’in isteğini olumlu karşılayarak, çok kuvvetli bir orduyu onun emrine verdiler. Bunun üzerine Celaleddin Şah ve annesi, Harezm’den ayrılarak, Irak Selçuklularının nâibi Melik Ay-Aba’nın yanına geldiler. Kardeşinin kaçması üzerine Tökiş (1172-1200), kolayca Harezmşah tahtına geçti. Tökiş, ailenin en büyük hükümdarlarından birisi olarak ün kazandı. Saltanatının ilk yıllarında, kardeşi Celaleddin Şah, Melik Ay-Aba ile onun üzerine yürüdü. Tökiş, Subarlı kasabasında Ay-Aba’yı bekledi. Ordusunu pusuya düşürüp yok etti. Ay-Aba’nın başını kestirdi (1174). Celaleddin Şah ve annesi, bu başarısızlık üzerine Dihistan’a kaçtılarsa da, Tökiş, Terken Hatun’u yakalatıp öldürttü. Celaleddin Şah ise Gur sultanı Gıyaseddin’e sığındı. Çok geçmeden Tökiş ile Karahıtayların arası açıldı. Bu durumu öğrenen Celaleddin Şah, Karahıtaylar ile birleşerek Harezm’e yürüdü.
Harezm, topraklarını sular altında bırakarak, başkentte kendisini savundu. Büyük bir savaşı göze alamayan Karahıtaylar, geri çekildiler. Yalnız, Celaleddin Şah’a bir miktar asker vererek Merv, Serahs şehirlerini içine alacak küçük bir emîrlik kurmasına yardımcı oldular. Zaman zaman, kardeşi Tökiş ile dostça geçinen Celaleddin Şah, kardeşinin İran seferinde bulunuşunu fırsat bilerek Nişapur üzerine yürüdü (1187). Başarı sağlayamadan Merv’e dönmek zorunda kaldı. Bir süre sonra burada vefat etti.
Kardeşinin ölümünden sonra Tökiş, bütün Doğu İran ve Horasan’a söz geçirmek ve oraları buyruğu altına almak istedi. Abbasî halifesi Nâsır ile anlaşarak, Selçuklu sultanı II. Tuğrul’u yendi ve öldürttü (1194). Hemedan ile öteki Selçuklu kalelerini ele geçirdi. Selçuklu Sultanlığının yıkılışından sonra Tökiş, kendisine sultan unvanını verdi, kestirdiği sikkelere bu unvanı yazdırdı. Harezmşahların, Batı İran’da üstünlük kurmaları kolay olmadı. Tökiş, öümüne kadar, İran işleriyle uğraşmak zorunda kaldı. Isfahan’ı Kutluğ İnanç’a, Rey’in idaresini onun oğlu Yusuf’a verdi. Büyük emîrlerinden Mayacuk’u atabey yaptı. Kendisi harezm’e döndü. Bu sırada, Halife ordusunun Irak’a yaptığı saldırı püskürtüldü. Yusuf Hanın, Rey’den ayrılmasıyla, Mayacuk yönetimi ele aldı. Durumu düzeltmek için Tökiş, üçüncü defa Irak seferine çıktı (1196). Bağdat ordusunu yendi. Hemedan’ı kendisine sığınmış olan Atabey Özbek’e, Isfahan’ı da oğlu Erbaş’a verdi. 1198′de Mayacuk ayaklandı. Tökiş, onu yendi ve öldürttü. İsmailîlerin elinde bulunan bazı kaleleri aldıktan sonra Harezm’e döndü, orada öldü (1200). Oğlu Alâeddin Muhammed, onun yerine geçti.
Büyük kardeşi Melikşah’ın 1197′de ölümünden beri veliaht olan Alâeddin Muhammed, önce Gur sultanları Şahabeddin ve Gıyaseddin ile savaştı. Tökiş’in ölümünden faydalanan bu sultanlar, Merv ve Tus şehirlerini aldıktan sonra Nişapu’u ele geçirdiler. Hindu Han, Melikşah’ı, Alâeddin’e karşı koz olarak kullanmak için, Merv ve Serahs vilâyetlerinin idarsiyle görevlendirdi. Nişapur’a yürüyen Alâeddin, Gurluları, ülkelerine serbestçe dönmek şartı ile bıraktı. Merv ve Serahs’ı geri aldı. Hindu Han, Gur ülkesine dönmek zorunda kaldı. Harezm’e dönen Alâeddin, bir yıl sonra, Herat üzerine yürümeye karar verdi, fakat Sultan Şahabeddin’in, Harezm’e yürümek için ordu hazırladığını duyunca, bundan vazgeçti. Harezm’e çekilen Alâeddin’in ardından Gurlular da Tus’a geldiler. Kardeşi Gıyaseddin’in ölüm haberini alan Şahabeddin, Gur’a döndü. Bunun üzerine Alâeddin, Herat’ı almak istediyse de başarı kazanamadı. Gur’da durumunu düzelten Şahabeddin, hızla Harezm üzerine yürüdü. Alâeddin, daha önceki savunma usulüne başvurarak, Harezm’in o çevresini sular altında bıraktı. Fakat, Gur ordusu, Harezm tarihinde ilk defa olarak, kırk günde bu bölgeyi geçti ve Alâeddin’in ordusunu yendi. Karahanlı sultanı Osman ve Karahıtay orduları, Alâeddin’in yardımına geldi. Gurlular, ağırlıklarını yakarak geri çekildiler. Onları takip eden Alâeddin, Hazarasb’da, Gurlular’ın sağ kolunu dağıttı, bir çok esir ve ganimetle döndü. Karahıtay ordusu ile Anahod önünde, Şahabeddin’in ordusunu çevirerek, iki gün süren bir savaştan sonra mağlup etti. Zorlukla Anahod kalesine sığınan Şahabeddin, Semerkand sultanı Osman’ın aracılığıyla, büyük bir fidye karşılığında Gazne’ye dönebildi. Karahıtayların başarısı, Harezmşah’ı korkuttu. Bu yüzden, bir süre sonra, Gurlu Sultanı Şahabeddin ile dostluk kurmak için Gazne’ye elçi gönderdi. Hindistan’da büyük başarılar kazanan bu Müslüman hükümdar, dinsiz Karahıtaylar’dan öc almak istediği için, Alâeddin’in dostluk teklifini iyi karşıladı. 1205′te, ordusunun eksiklerini tamamlamak için Hindistan’a bir sefer düzenledi. Dönüşünde de Alâeddin’e haber göndererek, Karahıtaylar üzerine yürüyeceğini bildirdi. Fakat, bir Hintli veya Batınî tarafından hançerlenerek öldürüldü (1206). Onun ölümünden sonra Gurlular yıkıldı. Harezmşah Alâeddin, bu durum karşısında, Nişapur’a emîrler göndererek, Horasan ordusunu Herat’ı almak için görevlendirdi. Kısa zamanda Herat alındı, valiliğine Hüseyin getirildi. Ordusunun başında Belh’e yürüyen Alâeddin, kuvvetli bie kuşatmadan sonra burayı teslim aldı (1207).
Alâeddin’in bu tarihten sonra karşısında bulunan siyasî ve askerî güç, Karahıtaylardı. Harezmşahların her yıl vergi vermek zorunda oldukları bu devleti ortadan kaldırmak, Alâeddin’in en büyük hedefi idi. Bunu gerçekleştirmek isteyen Alâeddin, büyük bir orduyla Mâverâünnehir seferine çıktı. Karahıtayları yenerek, Buhara’yı aldı (1208). Bu tarihten sonra Karahıtaylar bir daha toparlanamadılar. Küçlük kumandasındaki Naymanların, Cengiz’in önünden kaçarak Karahıtay topraklarına girişi, bu devletin yıkılışını kolaylaştırdı. Ayrıca, Semerkand, Alâeddin tarafından zaptedildi (1212). Mâverâünnehir, kesin olarak, Harezmşahların hakimiyeti altına girdi. Gazne’yi alan Alâeddin, bu bölgenin yönetimini, büyük oğlu Celâleddin’e verdi (1215). İran’a sefer yaptı (1217). Fars ve Âzerbaycan atabeylerini itaat altına aldıysa da, Hemedan’dan Esedâbâd yolu ile Bağdat’a gönderdiği ordu, ağır kış yüzünden, ağır bir kayba uğrayarak dağıldı (1218). Bu sırada Cengiz’in zaferlerini duyan Alâeddin, bilgi edinmek için Moğol hakanına bir elçi gönderdi. Cengiz’in gönderdiği elçilik heyetini kabul etti. Cengiz, elçisi aracılığıyla Alâeddin’e, dostluk e ticaret ilişkilerinin sıkılaştırılması dileğini bildirdi. Fakat, bir süre sonra Cengiz’in bir kervanı, Otrar’da, Alâeddin’in Muhammed’in valisi İnalcuk tarafından yağmalanarak, kervanda bulunanlar öldürüldü. Kervandan kaçıp kurtulabilen bir kişi, durumu Cengiz’e bildirdi. Bunun üzerine Cengiz, Harezmşah’a bir heyet göndererek, Gayır Han diye bilinen İnalcuk’un teslimini ve malların tazminini istedi. Alâeddin Muhammed, bu isteği şiddetle reddederek, Cengiz ile savaşa karar verdi. Alâeddin’in bu kararı, Harezmşah İmparatorluğunun birden ortadan kaldırılması, Doğu İslâm dünyasında yüz binlerce Müslümanın ölümü, birçok şehir ve eserin yakılıp yıkılmasıyla sonuçlandı.
Cengiz, Harezmşahlara karşı 200 000 kişilik bir ordu hazırladı. Alâddin Muhammed, kurduğu harp meclisinde, Moğol ordusunun Seyhun nehri kıyısında karşılanması görüşünü kabul etmeyerek, Mâverâünnehir’de savaş yapılmasını kararlaştırdı. Kuvvetlerini, büyük şehir ve kalelere dağıttı. Bu kuvvetlerin başına ayrı ayrı kumandanlar getirdi, kendisi de Horasan’a geçti. Cengiz, ordusunu küçük birliklere ayırıp, Mâverâünnehir’in sağlam kalelerini birer birer ele geçirdi, savunan ve kendini koruyan şehirleri yakıp yıktı. Kısa bir süre içinde Buhara ve Semerkand, Otrar, Sıgnak, Barçlığ, Kend, Cend, Benâkend ve Hocend gibi şehirler, Cengiz’in eline geçti. Mâverâünehir’in en güçlü savunma merkezi olan Semerkand, Türk kumandanının büyük kahramanlık göstermesine rağmen teslim oldu. Cengiz, ordusuna, küçük vilâyetlerin alınmasını emretti. Belh’te bulunan Alâeddin, Irak’a, oğlu Rükneddin’in yanına gitmek bahanesiyle Tus’a kaçtı. Moğollar, her yanda hızla ilerliyorlardı. Nişapur ve Bistâm yoluyla Rey’e gelen Alâeddin, oğlunu da yanına alarak, Devletâbâd yakınlarında Moğolları durdurmak istedi. Yenilerek Abiskun’da bir adaya sığındı. Biraz sonra, burada hastalanarak öldü (1220). Yerine oğlu Celaleddin geçti.
CELALETTİN HARZEMŞAH
Harezm’e dönen Celaleddin, veliahtlığını tanımak istemeyen bazı Türk kumandanlarının, kendisini öldürteceklerini, Moğolların da yaklaştığını öğrenince Horasan’a kaçtı. Bir süre sonra iki kardeşi Uzlug Şah ve Ak Şah Horasan’a geldiler. Harezm’de toplanmış olan 90 000 kişi, Humar Tigin adlı bir emîrin idaresi altında, Harezmşahların merkezi Gürgenç’i (Harezm-Ürgenç) dört ay savunduktan sonra Moğollara teslim olmak zorunda kaldılar (1221). Celaleddin Harezmşah, imparatorluğun ortasından koparabildiği ve kurtarabildiği insanlarla, Harezmşah devletini, vefatına kadar sürdürdü. Moğolların doğuda ve batıda yayılmasını bir süre geciktirdi.
Devlet İdaresi
Harezmşah devletinin ilk çekirdeğini Büyük Selçuklu Devletine bağlı Harezm’i yöneten bir Türk ailesi kurdu. Hükümdar ve sülalesi ile devlet hazinesinden yararlananların dışında bütün halk vergi öderdi. Sınırları korumak, asayişi sağlamak, devletin göreviydi. Bu görev, ücretli askerler, belirli bir toprağın vergisini almakla yetkili sipahiler tarafından yapılırdı. İdare, maliye, adliye işleriyle uğraşan kurumlarda çalışan görevliler, bir çeşit bürokratik aristokrasi meydana getirirlerdi. Büyük küçük, hemen hemen bütün memuriyetler babadan oğula geçerdi. İdarî müesseseler, Büyük Selçuklu Devletinin aynıydı. Alâeddin zamanında, mahallî bağımsız beyliklere ve hanedanlıklara son verilerek, merkezî yönetim sistemi uygulandı. Bağımsız eyaletten, önce tâbi bir devlet, sonra bir imparatorluk durumuna gelince, saray teşkilatı, teşrifat kuralları, lâkaplar, unvanlar, daha gösterişli bir nitelik kazandı. Alâeddin, İskender-i Sânî ve Sancar lakaplarını kullandı, tuğrasına zıllullah-i fi’l-arz (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) yazdırdı. Şehzadelere genellikle Alâeddin lakabı verilirdi. Hükümdarların lakapları ise, önceleri Harezmşah, melik iken, sonraları şahenşah, sultan, sultanıâzam olarak değiştirildi. Hükümdarların hepsinin tuğra ve tevkîleri ayrı ayrıydı. Hükümdarlık sembolü, bayrak ve çetreydi. Sultan elbiseleri siyahtı. Sarayda sultanın özel bir mızıka takımı vardı. Selçuklu saraylarındaki hâcib, çomakdâr, çavuş gibi sınıflar, Harezm sarayına da girmişti.
Hükümdarın, dîvan görüşmelerini kafes arkasından izlemesi, Ramazandaki huzur dersleri gibi Osmanlı saray gelenekleri, Harezm’de de vardı. Saltanat hususunda Harezmşahlarda yerleşmiş bir kural yoktu. Bu yüzden şehzadeler arasında sık sık taht kavgaları olurdu. Veliahdlar genellikle Horasan’a tayin olunur, güvenilir bir Türk kumandanı, atabey unvanıyla yanlarına verilirdi. Merkezî idarenin başında bulunan vezir, hükümdarın vekili olarak devlet işlerini yürürtürdü. Bütün tımarlardan, hattâ sultanın hassından, öşür alan vezirlerin maiyetinde çeşitli dîvanlar (dîvan-ı tuğra, dîvan-ı inşâ, dîvan-ı arz, dîvan-ı istîfâ, dîvan-ı işrâf vb.) vardı. Bu dîvanlar, çeşitli idare şubeler niteliğindeydi.
Maliye işleri, dîvan-ı istîfâ tarafından yürütülürdü. Vergi düzeni Selçukluların aynıydı. ayrıca, zapt olunan yerlerde mahallî gelenekler korunur, antlaşma ile genel gelirin üçte biri tutarında vergi alınır, olağanüstü durumlarda salma ve müsadere yoluna gidilirdi. Ordu ve askerî işlere, dîvan-ı has bakardı. Orduda görevli herkesin belirli değerde bir ikta’ı vardı. İkta sahiplerinin kurduğu büyük süvari gücü, imparatorluğun her tarafına yayılmıştı. Bunun yanı sıra, doğrudan doğruya sultana bağlı hâssa ordusu başkente yakın bir yerde, emre hazır beklerdi. Orduda ayrıca, ücretli asker ve köleler de savaşçı olarak görev alırdı. Adlî teşkilâtta, şer’î kazâ ile örfî kaza birbirinden ayrılmıştı. Saraylıların işlediği suçlar, kendi âmirlerince cezalandırılırdı. Memlekette en çok Hanefî ve kısmen Şâfiî fıkhı uygulanırdı. Toplum hayatında reâya sınıfından başka, büyük şehir ve kasabalarda ticaret yapan varlıklı bir tüccar sınıfı yaşıyordu.
Toprak sahibi köylüler arasında, topraksız gündelikçiler, yarıcılar bulunurdu. Bunların dışında, büyük toprak ve sermaye sahibi dihkân sınıfı ve göçebe kabîleler vardı.
Bilim ve Sanat
Harezmşahlar devrinde başkent Cürcân, bir bilim ve sanat merkeziydi. Şehirde on büyük vakıf kütüphane vardı. Hükümdar ve şehzadeler, iyi eğitim görmüş kişilerdi, âlim ve sanatçıları korurlardı. Ebü’l-Fazl Kirmânî, Ebu Mansur, Hüseyin Ersbendî, Ebu Muhammed Harekî gibi kadı, vâiz ve filozoflar, başkent Cürcân’da toplanmışlardı. Ayrıca, Fahr-i Harezm lakabını taşıyan Zemahşerî (1074-1144), Fahrüddîn-i Râzî, Şihâbeddin Hivâkî, Şemsüddin Muhammed el-Zabî gibi birçok tanınmış âlim ve şair, Harezm’de yaşadılar. Harezmşahlarda bilim ve din dili olarak, Arapça ön sırada yer alırdı. Dîvanlar, fermanlar Farsça yazılırdı. Yalnız, Ahmed Yesevî ve onun yolundan gidenler, eserlerini Türkçe yazdılar. Muhammed bin Keys adındaki yazarın Celaleddin Harezmşah’a sunduğu Tibyân-ı Lügati’t-Türkî alâ Lisanü’l-Kanglı (Kanglı Dilinde Türk Dili Lügati) bu dönemde yazılan önemli eserlerden biridir.
 
Lütfen beğendiğiniz ve işinize yarayan yazılar hakkında yorumlarınızı ve teşekkürlerinizi eksik etmeyiniz…

2 Şubat 2014 Pazar

EBRU SANATI HAKKINDA BİLGİ

Dr. Hatice Aksu
Ebru yoğunlaştırılmış sıvı üzerine renklerin sınırsız değişimlerle birbirleriyle kucaklaşması, kaynaşması, dansetmesidir. Ebru Sanatını yüzyıllar boyu gizemli kılan, Sanatçıyı ebru teknesinin başında dünyanın bütün gizlerini, kaoslarını aşmaya iten, akıcı tekniği, daima dinamik, değişken, kendini aşan sonsuz teknikleri deneme fırsatı veren bir kağıt boyama Sanatı olan ebru, tezhib ve hat ile birlikte kitap sayfalarında, murakka kenarlarında, ciltlerde, yazı boşluklarında ve koltuklarında kullanılmakla birlikte günümüzde başlı başına bir sanat eseri olarak düşünülmekte ve sergilenmektedir.
Orta Asya Sanatı ve kağıt bezeme Sanatlarının en mühimlerinden biri olan ebruculuğun hangi tarihten beri bilindiğini kesinlikle söylemek bugün için imkansızdır Böyle bir belgeden mahrumuz. Eski tarihli kitap ciltlerinde bile yan kağıdı (kapak ile kitabı birbirine bağlayan kağıt) olarak ebruyu görmekteyiz. Yine eski bir murakkanın (albüm) içindeki yazı kıtalarının etrafında pervazlara yapıştırılmış ebru kağıtlarına da rastlamamız mümkündür Ancak, bu eserlerin yazıldıkları tarih bilinse bile, bizim için ebruya dair bir belge sayılmaz. Çünkü böyle eski yazmalar bir kaç defa tamir görüp yenilenmiştir. Tarihi en eski olan ebru kağıdı 962. H.(1554) yılına ait bir malik-i Deylemi yazısıdır. Yazı hafif ebru üzerine yazıldığı için yazı tarihinden ebru kağıdının tarihi öğrenilmiştir.
Ebru Sanatı batıda Türk Kağıdı veya Türk Mermer kağıdı adını almıştır. Avrupalılar ebru kağıdına mermer kağıdı (pupier marbre, marmar pupier, marbled paper..) demektedirler. Ebru kağıdı üstünde buluta benzeyen renk kümeleri meydana gelmektedir. Bu yüzden bulutumsu, bulut gibi manasına gelen Ebri kelimesi kullanılmıştır. Tarihimizde bilinen meşhur ebrucular, Ayasofya hatibi Mehmet Efendi, (Nisan 1773) Şeyh Sadık Efendi (11 Temmuz 1846), Hezarfen Edhem Efendi (1829-1904) Necmeddin Okyay (1883-1976)…
Ebruculukta Kullanılan Malzemeler
Boyalar: Eskiden beri ebruculukta toprak boya dediğimiz tabiattaki renkli kaya ve topraklardan elde edilen madeni boyalarla, nebati asıllı bazı suda erimez boyalar kullanılmıştır.
Kitre Üstüne boya serpilecek suyun içine lüzucet (yapışkan bir koyuluk) vermek için kullanılan bitkisel zamk.
Sığır Ödü Kitreli suyun yüzeyindeki boyaların çökmeden yayılmasını temin için, Satıhta aktif (yüzde gerilim sağlayan) safra asitleri ihtiva eden hayvansal madde kullanılır Bozulmasına engel olmak üzere, öd suyu önceden kaynatılır ve bu şekilde saklanır.
Ebrunun Çeşitleri
Tarzı kadim (eski tarz) battal ebrusu, tarama ebrusu (gelgit ebrusu) , şal örneği, bülbül yuvası, somaki ebrusu, taraklı ebru (geniş taraklı ebru, ince taraklı ebru), hafif ebru, serpmeli ebru, kumlu ebru, kılçıklı ebru, hatip ebrusu ebrunun çeşitlerindendir.
Ebru’ nun felsefesi
Bazı günler, şafak veya gurup vakti ufka bakarsanız, kırmızı, sarı, laciverd ve mavi renklerin en ilahi tonları ile, bulutlardan bir ebru’nun daha doğrusu ebri’ nin şekillendiğini görürsünüz. Yine bazı gecelerde, bulutlu semalar kadar geniş bir ebru teknesine, mehtabın, usta fırçasıyla laciverd, mavi ve ışıklı beyazın bütün nüanslarını serpiştiriverdiğine elbet rastlamışsınızdır. İşte sanatkar dedelerimiz, bir anda değişip kaybolan bu semavi güzellikleri yeryüzüne aksettirerek, onların ağaç yeşiline ve toprak rengine olan hasretini giderdikten sonra, bu şahane tabloyu kağıt üstünde de ebedileştirmeyi bilmişlerdir. Bu anlayış içinde Rabbine boyun kesen sanatkarın benlik” ten uzaklaşan gönlü, sanki ebru teknesinde şekillenmiş gibidir. Artık o Zaman büyümeye başlayan ebru teknesi derya kadar genişler, genişler ve bir kainata döner Ebru’cunun gönlü gibi Hz. Ali ne güzel buyurmuş Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, halbuki bütün alem sende dürülüp bükülmüştür” Ebru bir düştür, bir özlemdir. Ona bakan her gözde yeni anlamlar kazanan bir akıştır.
 
Lütfen beğendiğiniz ve işinize yarayan yazılar hakkında yorumlarınızı ve teşekkürlerinizi eksik etmeyiniz…

1 Şubat 2014 Cumartesi

DÜNYADA ORTAYA ÇIKAN ÖNEMLİ GELİŞMELER HAKKINDA BİLGİ

● 1990 yılında internet uluslar arası alanda kullanıma açıldı. İnternetin kullanımı her türlü bilgi, belge ve envanterin çok kısa bir süre içinde tüm dünyaya yayılmasına ve insanların kısa süre içinde bu unsurlara erişimini kolaylaştırdı.
● Başta Hollywood olmak üzere film ve TV sektörü büyük bir hızla büyüyerek tüm dünya toplumları üzerinde etkili oldu. ( İnsanlar için evde oturup tv izlemek sosyal hayatın vazgeçilmez bir parçası haline geldi.) Oscar Törenleri, Grammy Ödülleri, Cannes Film Festivali dünya milletlerinin takip ettiği kültürel etkinlikler haline geldi.
● Spor özellikle futbol, olimpiyat oyunları tüm dünya tarafından izlenen önemli bir etkinlik ve ekonomik sektör haline geldi. Spor etkinlikleri ve müsabakalar toplumlar arası etkileşime, diyaloga ve birlikteliğe yol açan önemli bir olguya dönüştü.
● Küreselleşme olgusu tv yayınları, sinema, internet, kitle iletişim araçları, spor müsabakaları ve turizmin gelişmesi gibi gelişmelerin etkisiyle önem kazandı. Dünya üzerinde yaşayan birçok farklı millet arasında ortak kültürel özellikler oluşmaya başladı.
● Uzay Çağı kavramı önem kazanmış, uzaya gönderilen uydu sayısının artması, uzay istasyonlarının kurulması, Mars’a insansız araç gönderilmesi, Habl Teleskobu gibi gelişmeler insanoğlunun uzay çalışmalarını daha da yoğunlaştırdı.
 
Lütfen beğendiğiniz ve işinize yarayan yazılar hakkında yorumlarınızı ve teşekkürlerinizi eksik etmeyiniz…

31 Ocak 2014 Cuma

DOĞU BLOKUNUN YIKILMASINDAN SONRA BALKANLARDA ORTAYA ÇIKAN GELİŞMELER HAKKINDA BİLGİ

a) Yugoslavya’nın Dağılması
● Yugoslavya’nın dağılma sürecine gireceğine ilişkin ilk olumsuz işaret, 1989’da alındı. Bu, Sırbistan’ın zorlamasıyla, 1974 Anayasası’na, “Kosova” ile ilgili getirilen “yeni düzenleme” idi. Sırbistan, bu düzenleme sayesinde, Kosova Arnavutları’nın öteden beri devam eden “cumhuriyet olma” taleplerine karşı, Kosova vem Voyvodina özerk bölgelerinin özerkliklerini sınırlandırmayı başardı ve Sırbistan içinde “de facto” (fiili) cumhuriyetler haline getirdi.
● Sırp egemenliğinin ve baskının artmasıyla milliyetçiliğin güçlenmesi üzerine Slovenya Meclisi, 27 Eylül 1989 tarihinde Cumhuriyet Anayasası’nda yapılan ve özellikle Cumhuriyet’in ayrılmasına izin veren değişikliği oyçokluğuyla onayladı, 2 Temmuz 1990’da da cumhuriyetler arasında bağımsızlık ilan eden ilk cumhuriyet meclisi oldu.
● Slovenya’nın bu hareketini, çok geçmeden diğer cumhuriyetler de izledi ve birliği oluşturan cumhuriyetler, uluslararası sahnede “bağımsız birer devlet” olarak ortaya çıktı. ( Sırbistan-Karadağ, Bosna Hersek, Hırvatistan ve Makedonya) Sonuçta, Yugoslavya (Güney- Slav) birliği ortadan kalktı.
b) Bosna – Hersek Sorunu
● Yugoslavya’nın dağılma süreci beklenen çok daha gergin ve kanlı bir süreç halinde gerçekleşti. Egemenliğini devam ettirmek isteyen Sırpların Katolik Hırvatlarla Müslüman Bosna Hersek üzerinde çıkarlarını devam ettirmek ve Büyük Sırp Krallığını kurmak istemesi birçok sivil insanın ölümüyle sonuçlandı.
● Bosna Hersek’te seçimleri kazanan Demokratik Hareket Partisi’nin bağımsızlık kararı yapılan refarendumla Sırpların boykotuna rağmen Boşnak ve Hırvatların büyük desteğiyle kabul edildi.
● 7 Nisan 1992’de Avrupa Topluluğu’nun ve ABD’nin bağımsızlık kararını tanıması beklenen barış ortamını sağlayamadı. Sırplarla – Hırvat ve Boşnaklar arasında başlayan çatışmalar 1320 kişi hayatını kaybetmiş, yüzbinlerce Boşnak yaşadığı yerleri terk ederek başka bölgelere ve ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır.
● Bölgedeki çatışmaların dinsel bir nitelik kazanarak Müslüman Boşnak halkına karşı yapılan soykırıma karşı Türkiye aktif bir siyaset izleyerek hem BM nezdinde hem de NATO çerçevesinde bölgeye acilen bir askeri müdahalenin yapılmasını savunmuştur.
● 11 Temmuz 1995 Srebrenitsa “güvenli bölge” olarak ilan edilmiş olmasına rağmen, UNPROFOR’un bünyesinde Srebrenitsa bölgesinde görev yapan Hollandalı askerlerin geri çekilmesiyle, kent Ratko Mladiç’in silahlı kuvvetlerinin eline geçmiş bunun sonucunda yaklaşık iki hafta içinde 8 bin üzerinde sivil Boşnak öldürülmüş ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da görülmeyen bir soykırım işlenmiştir.
● Bu katliamın etkisiyle dünya kamuoyu ortaya çıkan bu vahşete son vermek amacıyla 29 Ağustos 1995 Sırp mevzilerini hedef alan ve birkaç gün sürecek olan esaslı NATO müdahalesi başlatılmıştır. Radar ve haberleşme sistemleri, silah depoları, bazı askeri üsler gibi askeri unsurlar, temel müdahale hedefleri oldu.
● 21 Kasım 1995’te Bosna-Hersek, YFC ve Hırvatistan cumhurbaşkanları, sırasıyla Aliya İzetbegoviç, Slobodan Miloşeviç ve Franyo Tucman tarafından Dayton Barış Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmanın bir eki olan ülke anayasası gereğince, Bosna-Hersek iki birimden oluşan bir devlet haline gelmiştir. Bunlardan biri on kantona bölünen Boşnaklar ile Hırvatların kontrolündeki “Bosna ve Hersek Federasyonu” diğeri ise Sırpların kontrolündeki “Sırp Cumhuriyeti” dir.
● Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Bosna Hersek halkının üçte biri ülkesini terk ederek mülteci durumuna düşmüştür.
c) Kosova ve Arnavutluk Sorunu
● 1974 Yugoslavya Anayasası’nda özerk bölge statüsünde olduğu kabul edilen Kosova’da devlet içindeki etnik parçalanmaya paralel olarak 2 Temmuz 1990’da, Kosova Meclisi’nde bulunan toplam 123 üyeden 114’ü, kilitli meclis binasının önünde bir araya gelerek yaptıkları toplantıda, Kosova’yı “Yugoslavya Federasyonu çerçevesinde eşit ve bağımsız bir bütün” ilan eden kararı çıkardılar.
● Sırbistan Meclisi yeni anayasal değişikliklerle birlikte Kosova’nın özerkliğine tamamen son vermesi üzerine 1991 yılının Eylül ayında Kosova Arnavutları bir referandum yapmayı başardılar. Seçmenlerin %87’sinin katıldığı referandumda %99 oranında lehte oy kullanıldı.
● Sırbistan ve Karadağ’ın oluşturduğu yeni Yugoslavya’da Kosova’nın devlet sınırları içerisine dâhil edilmesi üzerine Kosova’nın statüsüyle ilgili tartışmalar başlamış Sırplarla Arnavutlar arasında çatışmalar başlamıştır.
● Kosova’da 1998 yılı sonlarında Sırp baskısının sonucunda yaşanan “Arnavut Göç Dalgası” bütün dünyanın büyük tepkisine yol açmıştır. NATO öncülüğünde 1999 yılı bahar aylarında başlayan operasyon sonucunda Kosova BM denetimine alındı ve Sırp güçleri bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Fakat bu aşamadan sonra Kosova’nın nihai statüsünün ne olacağı konusunda bir karara henüz varılamaması sorunun siyasi çözümünün askeri çözüm kadar kolay olmayacağını göstermektedir. Kosova Arnavutları, 2005 yılı içinde kendilerinin daha önce ilan ettikleri cumhuriyetin tanınmasını beklemektedirler.
d) Avrupa Birliği, ABD ve Rusya’nın Balkan Politikası
a) Rusya’nın Balkan Politikası
● Rusya’nın “Slavları Birleştirme” ve Boğazlardan geçme amacı Balkanlar üzerinde etkinlik kurma çabası içerisine girmesini yol açmıştır. Bu dönemde de eskisi kadar olmasa da Balkanların Rusya için önemi devam etmektedir. Bununla birlikte SSCB’nin dağılışını kolay atlatamayan ve siyasi krizin yanı sıra uzun süre ekonomik sorunlarla da boğuşan Rusya, Balkanlar’daki eski etkinliğini yitirmiştir.
● Rusya, gerek eski Yugoslavya olaylarına, gerek genel olarak Balkanlardaki gelişmelere fazlasıyla önem vermiştir. Bunun nedeni olarak Ruslar ile Yugoslavya halkları arasındaki kültürel ve tarihî bağlar ileri sürülmektedir.
● Bununla beraber Rusya, Yugoslavya sorununun ortaya çıkışından itibaren Yugoslavya’nın kendi kaderini kendisinin belirleme hakkı olduğunu ve Batı’nın karışmaması görüşünü savunduğu halde Balkanlar’da Sırpları desteklemesi, diğer Balkan ülkelerini Rusya’dan uzaklaştırmıştır.
● Günümüzde Rusya’nın hedeflediği “Slav Birliği” içinde olan Slovenya AB üyesi olmuş, Hırvatistan ise üyeliğe çok yakındır. Bosna Hersek ve Bulgaristan ile ilişkiler eski yoğunluğu kaybetmiştir.
● Kosova Sorununda ise Rusya her ne kadar Kosova’nın bağımsızlığına tam olarak karşı çıkmasa da Sırbistan’ın toprak bütünlüğünün korunmasına önem verdiğini dile getirmektedir. Çünkü Rusya, Kosova’nın bağımsızlığını destekleyici bir tutum izlediği takdirde Çeçenistan, Dağıstan ve Tataristan için de dünya kamuoyunun kendisine baskı yapacağını düşünmektedir.
b) AB’nin Balkan Politikası
● Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Avrupa Birliği (AB)’nin Doğu Avrupa politikasında köklü bir değişim yaşandı. AB, Doğu Bloğunun eski ülkelerini bünyesine katma kararı aldı. Aslında bu ülkeler ne demokrasi ne de ekonomi yönünden tam üyeliğe ehil değildiler. Ancak, bir yandan İkinci Dünya Savaşı’ndaki hatasını telafi etmek, diğer yandan Rusya ile arasında tampon bölge oluşturmayı sağlamak amacıyla, hazır olmasalar da, AB bu ülkeleri, esas itibariyle siyasi bir kararla tam üye yapmayı benimsedi.
● Buna karşılık, aynı tarihlerde tam bir kaos içindeki Yugoslavya’yı bu kapsama dahil etmedi. Hatta kıtasal sorumluluğuna karşın, siyasi ve askeri bağlamda henüz olgunluğa ulaşamamış olması, bir başka deyişle güçsüzlüğü nedeniyle, Sırp milliyetçiliğinin yol açtığı ve Yugoslavya’nın parçalanmasına kadar giden sürece ABD’nin etkinliğini kabul etti. NATO’nun ortak harekâtı sonrasında Yugoslavya bölündüğünde ise, ABD’nin de ısrarıyla, AB bölgeye yeni bir politika ile girdi.
● Slovenya, Bulgaristan ve Romanya’nın AB üyeliğine Hırvatistan’da dahil edildi. Üyelik için ne siyasi ne de ekonomik açıdan hazır olmayan diğer Balkan ülkeleri yönünden, Bölgeye istikrar ve barışın olabildiğince süratle geri getirilmesi yolunda, AB üyeliği perspektifi bir teşvik olarak kullanıldı. Bu kapsamda Makedonya ve Arnavutluk ile daha sıkı bağlar kuruldu.
● Kosova konusunda Ahtisaari Planı çerçevesinde kaydedilen gelişmelerden sonra AB bu ülkeye de kapılarını açtı. Sırbistan’da yaşanan olumlu gelişmeler, bu ülkenin de uzak olmayan bir gelecekte AB ile daha sıkı ilişki içine gireceğini düşündürüyor.
● Son dönemde AB, bölgenin adını “Güney Doğu Avrupa” olarak değiştirerek, tanımlamada da bütünlük anlamında yeni bir adım atmış ve son tahlilde, Balkanlar, AB’nin parçası haline gelmesine önem verdiğini ortaya koymuştur.
c) ABD’nin Balkan Politikası
● II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’yle paralel bir Balkan politikası izleyen ABD, SSCB’nin dağılmasından sonra bölgede aktif bir siyaset izlemeye önem vermiştir.
● Ancak Yugoslavya’nın dağılma sürecinde ABD, SSCB’ye karşı tampon devlet ihtiyacının kalmamasını da gözeterek sorunun hemen çözümüne yönelik bir politika izlemekten kaçınmıştır.
● Çatışmaların Bosna Hersek’e sıçraması üzerine ABD, Türkiye’nin de çabalarıyla bölgeye barış gücü gönderilmesini kabul etmiştir.
● Bosna Hersek’teki Boşnaklara karşı yürütülen etnik temizlik ve haksız savaşa karşı BM’nin müdahale kararı alamaması üzerine ABD, BM onayı olmadan bölgeye NATO müdahalesi yapılmasını istemiş 9 Mayıs 1994’ten itibaren Sırplara yönelik hava saldırısını başlatmıştır.
● Bu müdahalenin sonucu olarak ABD’nin girişimiyle 21 Kasım 1995’te savaşı sona erdiren Dayton Barış Antlaşması imzalanmıştır.
● ABD’nin uzun bir süre sessiz kaldığı halde Sırpların Boşnaklara karşı uyguladığı katliama müdahale etmesinde Temmuz 1995’te işlenen Srebrenitsa Katliamı etkili olmuştur.
● Balkanlar’da yaşanan savaşların Kosova, Arnavutluk ve Makedonya’ya yayılabilmesi ihtimali, Türkiye’yi, Yunanistan’ı ve belli ölçüde Bulgaristan’ı da savaşa sokmakla tehdit etmesi üzerine ABD, HEM Türkiye’nin temel endişelerini gidermek hem de savaşın bölgenin geri kalanına yayılmasını engellemek için savaşın içinde olmayan Makedonya’ya 1993 yılında BM barış gücü askerlerinin yerleştirilmesini sağlamıştır.
● ABD’nin bölgeye yönelik müdahalesi Kosova Savaşı yüzünden 1999’da Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne (YFC) karşı düzenlenen NATO müdahalesiyle devam etmiştir.
● ABD Makedonya’da yaşanan çatışmaları sona erdirmek amacıyla özel temsilci olarak James Pardew’i arabulucu olarak atamış, ve bölgede barışı sağlayan Ohri Barış Antlaşması’nın ( 13 Ağustos 2001) imzalanmasına önemli bir katkı sağlamıştır.
● Ancak 2001 İkiz Kule saldırısından sonra ABD’nin Balkan politikası eski aktifliğini kaybetmiş, ABD’nin gözü Ortadoğu coğrafyasına yoğunlaşmıştır.
 
Lütfen beğendiğiniz ve işinize yarayan yazılar hakkında yorumlarınızı ve teşekkürlerinizi eksik etmeyiniz…